Kızlar Ve Oğlanlar; Erkek Şiddetinde Ayakta Kalmak
9 mins read

Kızlar Ve Oğlanlar; Erkek Şiddetinde Ayakta Kalmak

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün sonrasına denk gelen ilk pazar için isabetli bir seçimle sizi Kızlar ve Oğlanlar oyununa davet ediyorum. Oyun Atölyesi yapımı olan bu şahane oyun bir yılı aşkındır seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Benim oyuna kavuşmam iki kez trafik engeline takılsa da üçüncü denemede, oyuna beş dakika kala, Kadıköy’ün kalabalık sokaklarında depar atmam sayesinde başarıya ulaştı. Sporcunun ahlaklı olması kadar, tiyatro izleyicisinin de kondisyonlu olması İstanbul’da yaşıyorsanız çok önemli.

Bu oyun pandemiden hemen önce Craft Tiyatrosunun yapımı olarak, Bergüzar Korel tarafından da sahnelendi. Bugün size Özlem Zeynep Dinsel’in, 2023 Afife Tiyatro Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü aldığı oyunu, metniyle, rejisiyle ve oyunculuk performansıyla, doyasıya konuşmak niyetindeyim. Evet aynen; kısa bir yazı olması gene zor. Kahve, çay ne seviyorsanız yanınıza alınız, zira konu oldukça sert.

Kızlar ve Oğlanlar oyununun metni de oyuncusu kadar başarılı. Yazar Dennis Kelly, daha önce sahnelenen farklı oyunlarıyla Türk tiyatro severleri için tanıdık bir isim. ‘‘1970’te Londra’da, çok çocuklu, Katolik, İrlandalı, bir otobüs şoförünün oğlu olarak dünyaya gelmiş ve 16 yaşında okulu bırakmış…’’ Wikipedia dünyasının ‘bir babanın oğlu’ olarak tanıttığı erkek yazarımız, bize güçlü bir kadın karakter sunuyor. Çoğu zaman yazarın hayatı, yaşadığı dönem metinleri ele alışında etkili olur. Kelly için de durum pek farklı olmamış ve Londra’nın kenar mahallelerinden oyunlarına yansıyan çokça öğe olmuş. Kelly, Sondan Sonra, Öksüzler, şimdi de Kızlar ve Oğlanlar (Boys & Girls, çeviride kızlar ilk sıraya geçmiş) oyunlarıyla seyirciden beğeni almaya devam ediyor. 2018’de dünya prömiyerini yapan Kızlar ve
Oğlanlar, Royal Court Theater’de sahnelenmiş, çağdaş bir oyun. Oyunun çevirisi Gözde Kırgız’a ait. Anlatının ön planda olduğu oyunlarda çeviri dilinin kıvraklığı çok daha fazla önem kazanıyor.

Kelly, insan ruhunun karanlık yanlarına soru sorduran bir yazar. Bazen kendi cevaplarını da verse onun oyunlarında koltuklarımızda gevşek gevşek oturmak pek mümkün olmuyor.

Oyundaki trajedinin büyüklüğü düşünülünce, Dinsel’in bize; “Aslında bu olanların sizin başınıza gelmediğini ve şimdi gerçekleşmediğini hatırlayın, tamam mı?” demesi, göğsümüze oturan öküzü koltuklar arası boşluğa koymamıza yardım ediyor. Tabi Türkiye’de bu rahatlama çok uzun sürmüyor. Bir şiddet olayının içine ya da yanına düşmek an meselesi.

Seyirciler salona alınırken Dinsel, sahnedeki kanepesine oturmuş herkesin hazır olmasını bekliyor. Onun anlatmaya, bizim dinlemeye ihtiyacımız var. “Herkes yerleştiğine göre anlatmaya başlayabilirim” dediğindeyse bu hikâyeyi ondan dinleme merakıyla, dikkatimin bir an bile başka bir şeyle dağılmasına izin vermeden, seyir yolculuğuma başlıyorum. Yaklaşık bir buçuk saat, isimsiz bu kadının yaşadıklarını Dinsel’in nasıl anlatacağına odaklanıyorum.

Kadın gibi kocasının da adı yok. Buna karşılık iki çocuğunun adları var; Leanne ve Danny. Sanki isimleri onların bu dünyada var olduklarına dair tek kanıt. Başarılı ışık tasarımı (Emir Tatlı) ile Dinsel’in çocuklarıyla olduğu eve ve geçmişine gittiğimiz anlarda O, anlatıcı olmaktan çıkıyor ve anılarını temizlemek isteğiyle her şeyi baştan oynuyor. Bakışlarıyla, elleri, kollarıyla çocuklarına kazandırdığı boyut öyle inandırıcı ki onların da sahnede olduklarına herkes inanıyor. Oyun afişindeki tavşan bile zihinlerimizde beliriveriyor.

Dağılmış hayatı, havaalanındaki düzensiz sıranın getirdiği stresi, diğer güzel kadınları anlatırken ki ayrımcılığı ile âşık olma, şehvetin dalgalarından geçip durulan evlilik halleriyle Dinsel seyirciyi istediği sınırlarda gezdiriyor. Anlatıcılıktan vazgeçip çocuklarıyla olduğu anlarda kimi zaman yetemeyen, sabredemeyen anne halleri de dürüstlükle seyirciye iletiliyor. Toplumsal cinsiyet rolleri çocuklar üzerinden aktarılırken kız çocuğunun inşa eden, yapan; erkek çocuğunun ise yıkan, bombalar kullanan tavırları dikkatlerimizden kaçmıyor. Kuzey Avrupalı bir kadının domestik olmayan halleri ve hatta en trajik anları anlatırken, bir aktarıcı olamaya devam edip, soğukkanlı duruşu bence en çarpıcı oyunculuk ve reji tercihi. Tam da yazarın kurguladığı gibi.

Dinsel tüm oyun boyunca değişen temposu ve duygularıyla bir melodram öğesi olmamayı başarıyor. Oyuncu olarak çalışkanlığından bahsetmeden geçemeyeceğim Dinsel, bu sezon 4 farklı oyun ile sahnede. Başarılı çalışmaların içinde olması ya da işlerin başarıya taşınmasında etkin bir oyucu.

İkili ilişkinin tahterevallisinde, kadının erkek egemen sektörde çalıştığı işinde giderek güç kazanmasını keyifle seyrederken, erkeğin kaybettiklerinin bir klişenin içine hapsolacağı sinyalleri geliyor ilkin. Kocanın işinde giderek başarısızlığa, iflasa sürüklenmesi, evden ve kadından uzaklaşması ile bir aldatma şüphesine giderken, dirsekli bir köşeyle işlerin hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Çocuklarıyla evden ayrılarak, kendine yeni düzen kuran kadının, adamdan bihaber olduğu dört ayın sonunda ise olanlar oluyor… Kanımız donuyor! Kadın tam o anda anlıyor; “Ve o an, tam o an her şeyi yanlış anladığımı fark ettim. Tamamen, tek kelimeyle yanlış anladığımı.”

Zeynep Dinsel’in kostümü onu erkeksi bir yere yerleştirmemize hizmet ediyor. Dekor tercihi minimalist yönde. Yönetmen Muharrem Özcan, seyirciyi etkileyecek büyük bir hikâyesi ve güvendiği bir oyuncusu olunca başka bir oyuncağa ihtiyaç duymamış; her şey az ama fazlasıyla yeterli. Arkada beşgen, yamuk yumuk bir evi çağrıştırabilecek pano içinde, hikâye ilerledikçe, belli anların işaretleyicisi olarak farklı renklerde üçgenler ve yeşil daireler iç içe geçiyor. Dişil ve eril temsilciler olarak düşündüğümde bu geometrik harita benim için erkek şiddetinin Picasso tablosu gibi.

Bir an aklıma Medea geliyor, çok kısa bir an. Ve aynı hızda kayboluyor. Çünkü dünyanın erkek şiddetiyle kasıp kavrulduğunu düşününce Medea’nın hikayesine ihanet edermişim gibi geliyor. Anlatılan cinayetlerin öngörülemez gelişi, planlanışı, soğukkanlıca işlenişinin hiçbir hafifletici yanı yok. “İnsanların cesaretlerine hayran kalıyorum. Hayata karşı bu cömertlikleri… Biliyorum çünkü böyle bir acı yaşayıp, hala nefes almaya devam ediyor olmak, dünyadaki en büyük kahramanlıklardan biri…” diyor oyunun bir yerinde kadın. Seyirciyle her buluşma belki de onun terapi saati.

Peki bizler oyunu seyredip huzurla hayatımıza geri dönebiliyor muyuz? Erkek şiddeti sadece bizim ülkemizin değil, dünyanın da derdi diye teselli bulabiliyor muyuz?

‘‘Biz toplumu şiddeti önlemek için değil, erkek şiddetini önlemek için kurduk.’’ Benim için bu oyunun en temel cümlesi. Evdeki, sokaktaki şiddetin kaynağı da savaşların kaynağı da erkekler. Bunun tekrar ediyor olması, değiştirilemez olması demek olmamalı.

Tekrar hatırlatmak isterim ki sanatın olanları düzeltmek gibi bir sorumluluğu yok. Sanatçı estetik ögeleri kullanarak mesele edindiklerini anlatır. Oyunda gördüğümüz güç dengelerinin değişmesiyle giderek parçalanan ailenin vahşice yok olması aslında her gün haberlerde seyrettiklerimizden farksız. Canınız sandığınız, güvendiğiniz birinin hiç tanımadığınız birine dönüşmesi hikayesi ile her gün kaç kadın kocaları tarafından katlediliyor, çocuklar öldürülüyor! Erkek okurlarım kızmasın bana istatistikler açık ara kaynağın erkekler olduğunu gösteriyor. Bu köşenin okurları olarak şiddeti durdurma sorumluluğu hepimize ait.

Ne demiş atalarımız; ‘‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!’’ Bir sözleşeme nasıl yaşatır ki diyenlere de hak veriyorum. Yasalar uygulandığı, cezalar infaz edildiğinde sözleşmeler anlam kazanır. Sosyoekonomik ayrım yapmadan artan kadına ve çocuklara uygulanan erkek şiddetinin son bulacağı günlerin umuduyla tüm emekçi kız kardeşlerimin gününü kutluyorum. İyi pazarlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir